-Yeniden konuşabilecek mi?
-O öldü… Nefes almasını saymazsak!
(Jim Reardon ve hapisane doktoru arasındaki konuşma, Robert Siodmak - Katiller / 1946)
Alman dışavurumcu sinema akımının etkisinde gelişen, Holywood eksenli Amerikan sinemasına ait, etkinliğini 40’lardan başlayarak neredeyse 60’lara kadar sürdürmüş olan filmler, iki Dünya Savaşı ve Büyük Buhran sonrasında şekillenmekte olan yeni toplum yapısının çatlaklarını suç ekseninde işler. Aynı dönemde üretilen diğer sanatsal eserlerle tematik açıdan büyük benzerlikler taşıyan bu sinema üslubu, ortaya çıkışından seneler sonra ilk kez 1947’de Fransız eleştirmen Nino Frank tarafından, günümüzde halen kullanılan ada kavuşturuldu: Film noir. Fransızca aslından Türkçe’ye tam çevirisi kara film olan bu kategori, adını yalnızca sert bir siyah beyaz kontrastın baskın olduğu görselliğinden değil, aynı zamanda karakterlerinin, resmettiği dünyanın çevresel ve psikolojik karanlığından da almaktadır. Ortaya çıktığı coğrafyanın ötesine geçerek günümüzde tüm dünyada kabul edilmiş bir üslup haline gelmiş olan kara film, bugünlerde The Marmara Pera Oteli’nin sergi salonunda Sade Kolektif tarafından düzenlenen bir sergiye yansıyor.
Belirsiz bir mekan, buğulu bir sahne ve ürkek bakışlar; Mehmet Güreli’nin 11 Şubat’ta açılan yeni sergisi Film Noir’ı oluşturan eserlerin temelinde bu üç unsur var. Takım elbiseli, çoğu zaman kravatlı ve şapkalı erkekler ile şık giyimli, elbiseli kadınların oluşturduğu tüm kurgusal kişiler, suç dramalarının karanlık atmosferinden paylarını almış olmalılar ki tedirginlikle uzaklara bakıyorlar. Koyu renk duvarlar üzerinde siyah etiketlere yazılı eser adlarıyla tamamlanan yağlıboya tablolar, sergi salonunun pencerelerinin dışında uzanan Beyoğlu’nun tarihi sokaklarına açılıyor.
Mehmet Güreli
Güreli, tablolarındaki karakterleri 30’ların İstanbul’una yerleştirmiş. Kurduğu bu görsel paralelliği “O dönem bütün dünya birbirine benziyordu” diyerek özetliyor. Öyle ki bir Amerikan filminde polis bir suçluyu ararken telsizden, şapkalı bir adamın sokağın köşesini döndüğünü anons etmesi bir espri unsuru olarak kullanılmış çünkü o dönem sokaktaki insanların çoğu şapkalı; tıpkı aynı dönemde İstanbul’da özellikle de Beyoğlu civarlarında olduğu gibi. Kafelerin ve sinemaların neredeyse biricik ve en önemli sosyalleşme merkezleri olduğu zamanları konu alan tuvallerin bendeki ilk çağırışımı Edward Hopper’ın Gece Kuşları oluyor. Ancak Mehmet Güreli, Hopper’ın canlı renklerinden farklı olarak genellikle toprak tonlarını kullanmış.
Neredeyse tüm tablolarda insanlar, resmin dışındaki bir noktaya odaklanmış haldeler. Sanatçı da asıl vurgunun resmin içindeki bu detay olduğunu “Yüzlerde kuşku, tedirginlik ve olayların içinde bir şeyler sezmiş, başına gelebileceklerden dolayı kaygılanan insanlar var.” sözleriyle ortaya koyuyor. Kara filmlerin bir başınalık duygusu da işte böylece, izleyicinin varlığıyla bu sergide kırılıyor. Öyle ki, hergangi bir sanatsal etkinliğe katılan insan bir şekilde ucundan kıyısından bile olsa o sanatçıyla veya eserle ortak paydada buluşuyorsa artık kalabalıkların içindeki yalnızlıktan söz edilemez. İzleyici de tablodaki insanların yüzlerinden bir şeyler çıkartmaya çalıştıkça, yer yer bazı filmlere yapılan göndermeleri algıladıkça, o dönemin takım elbiseli adamlarını, şık giyimli kadınlarını, şapkaları, kravatları ve sigaraları inceledikçe, sanatçı aracılığıyla geçmişle şuan arasında zaman ötesi bir bağ kurmaya başlıyor.
İsimsiz
Sanatçının günümüz insanını sorgulaması da bu bağ ile başlıyor. Bunun için o filmlerdeki cinayet unsurunu hakkında “O dönemin filmlerinden hoşlanmak cinayetten hoşlanmak değildir; cinayetin üzerine kafa yormaktır.” diyor. Çünkü çekildikleri zaman, büyük yıkımların ve kayıpların sonrasındaki toparlanma yılları. Ancak Güreli, günümüz insanının bu varolma sorununda yine başa döndüğünü düşünüyor ve “Korkunç bir şeyle karşılaşıyorsak, korkunç olmak yerine, tedbir almayı da öğrenmemiz gerekiyor. Savaşı bilmeyen veya örneğin trenlere kapatılıp gönderilen Yahudilerin üzerine fikir sahibi olmayan bir adam başına ne geleceğini hesaplamayabilir. Günümüzde filmlerle bu insanların bilinçlendiği var sayılıyorsa da durum eskisine göre çok farklı değil.” diyor. Robert Siodmak, Fritz Lang, Otto Preminger, Orson Welles, Billy Wilder gibi yönetmenlerin filmleri sığ bir suç draması olmaktan çıkarak toplumu derinlemesine işleyen ve yıkımı, çöküşü kendi içinde sunan ancak geleceğe dair de hep bir umudu barındıran didaktik eserler haline geliyor. Kısacası bilinçlenme, varoluş, ortak paydada buluşma, yıkım ve sonrasındaki yeniden yapım yalnızca bu serginin değil, Mehmet Güreli’nin de sanatının çekirdeğini oluşturuyor.
Film Noir, sanatçının bu eksende şekillendirdiği yağlı boya tablolar etrafında dönüyor. Farklı boyutlarda yaratılmış her eser bir diğerini tamamlarcasına kimi zaman yan yana, kimi zaman bir komposizyon içinde üçlü dörtlü gruplar halinde sergi salonuna konumlandırılmış. Bu gruplara bir bütün olarak bakıldığında süphe dolu gözlerin hep bir yöne bakıyor olması tabloların birinde gizlenen belki cinayet işleyecek belki de cinayete kurban gidecek kişiyi bulduruyor. Bazen de tüm gözler tabloların dışına odaklanıyor ki bu da şapkalı adamın hala aramızda olduğunun en somut işareti.
İsimsiz
Kara filmler, sanatçının çok sevdiği bir sinema üslubu olmasının yanında (öyle ki örneğin Robert Siodmak’in Katiller filmini belki elli kere izlediğini söylüyor!) aslında devamı gelecek bir serinin de adımlarından biri. Gelecek günlerde bir kısa film ve bir kitapçık hazırlayacak. Tahminen bir ay içinde tamamlanacak bir de yeni müzik albümü var. Sade Kolektif tarafından düzenlenen Mehmet Güreli’nin Film Noir adlı sergisi 11 Mart’a kadar The Marmara Pera Oteli sergi salonunda gezilebilir.
إرسال تعليق