“Ümit yok olunca at koşmaz.”
-Kafkas Atasözü.
İnsanın doğayla ilişkisi, bilinen tüm anlama ve anlatı biçimlerinin kaynağı olmuştur. Bu, dışarıdan bakıldığında iki organik yapının arasındaki olağan bir bağ gibi gözükse de insanlığın tarihi düşünüldüğünde, sosyal, bilimsel ve dolayısıyla teknik tüm gelişmeleri içinde barındıran çok önemli bir ilişkidir. Ancak insanın, bilinen zamanın başından beri, doğayı kararlı bir şekilde anlama çabasının yansıması belki en çok sanatta kendine yer bulur. Çünkü sanat, mağara duvarındaki çizimden bile önce, bir neandertalin ses tellerini kullanarak, tepkisel ve içgüdüsel değil, tam tersine tamamen bilinçli bir şekilde, kendini ifade etmek amacıyla çıkardığı seste dahi vardır. Yani sanat, aslında birikimini geleceğe aktararak, hayatta kalmaya çalışan insanın temel ihtiyaçları olan barınma, beslenme ve üremenin doğal ve birincil sonucudur.
Alet kullanmayı öğrenen ilk insanlar, bir yandan doğayı anlamaya çalışırken diğer yandan ona üstünlük kurmayı hedeflediler. Böylece onların diğer canlılarla kurdukları iletişim, eskisine göre bir başka boyut daha kazandı. Örneğin mağara duvarlarına, hangi hayvanların avlanacağını ve hangilerinden kaçılması gerektiğini, doğada karşılaştıkları bitkilerin hangilerinin şifalı hangilerinin ise zehirli olduğunu gösteren ilkel resimler yapmaya başladılar. Veya taştan topraktan ürettikleri heykelciklerle, gelecek nesillere o kabileyi yada toplumu ayakta tutan önemli kültürel değerleri aktarmaya çalıştılar. Bunu da gördüklerini oldukları gibi değil ama çizebildikleri, boyayabildikleri, yontabildikleri, yorumlayabildikleri kadar ve diğerlerine anlatabileceklerini düşündükleri gibi “benzeterek” yaptılar. Böylece insan, aslında başta sadece işlevsel bir amaca yönelik olan sanat pratiğini ilk defa sembollerle birleştirmiş oldu ve yazının icadına kadar olan süreçte toplumların ayakta kalması için gerekli en hayati bilgi birikimini taşıyan tek payandayı oluşturdu.
Zaman ilerledikçe insan, göçebe salt tüketicilikten, yerleşik yaşama, üreticiliğe geçti. Doğayla ilişkisinin bu yeni evresinin toprağı işlemeden sonraki ilk adımlarından biri ise çevresindeki hayvanları evcilleştirmek oldu. 13.000 ila 30.000 yıl önce evcilleştirildiği düşünülen ilk hayvan köpekti. Onu ortalama 11.000 yıl önce evcilleştirilen koyun ve keçi izledi. Köklerini toprağa uzatmaya başlayan insanların oluşturduğu kabileler küçük şehir devletlerine dönüşmüş, insan toplulukları kendi kapalı evrenlerinde yaşar olmuştu. Ancak insan için bu da yeterli olmayacaktı. Ve şimdi sıra bu toplulukların birbirleriyle kuracakları ilişkilere gelmişti.
İşte bu tarihsel çerçeve, insanlık tarihinin en dramatik dönüm noktalarından birine sahne olmuştur: Atın evcilleştirilmesi. Milattan önce 4000 civarında evcilleştirildiği düşünülen at, tıpkı eşek ve deve gibi yalnız bir yük hayvanı olarak değil aynı zamanda bir taşıt olarak da kullanılmıştır. Ancak at, insanla diğerlerinden farklı bir bağ kurmuştur.
At neredeyse bütün toplumların kültürlerinde tarih öncesi çağlardan itibaren yer alır. Bu hayvan, hem sivil hem de askeri alanda insanın en önemli yardımcılarından biri olarak varlığını sürdürürken, kendi üzerine gelişen köklü bir altkültürü de oluşturmuştur. Kimi zaman gözü kara bir savaşçıyı, kimi zaman bir haberciyi, kimi zaman ise yeni evlenmiş bir gelini taşıyan, bazen bir değirmen taşını döndüren, bazen ise ağır bir yükü çeken at, dahil olduğu tüm kültürlerde asil ve saygı duyulan bir hayvan olarak kendine yer edinmiştir. Örneğin Orta Asya’daki göçebe Türk toplumlarından “at sırtında kurulan devletler” diye söz edilmektedir. Öteki dünya inancı olan bu toplumlarda ölülerin atlarıyla gömüldüğü bilinmektedir. Bu durumun bir benzerine de Çin’de rastlamak mümkündür. İmparator Qin Shi Huang’ın terracotta ordusu, gerçek ordusunun gerçek boyuttaki toprak heykellerinden oluşmaktadır. Bu heykeller askerlerden ve onların yine gerçek boyuttaki atlarından oluşmaktadır. At, yalnızca geniş düzlükleri olan Asya’daki değil diğer kıtalardaki kültürlerde de sıkça rastlanan bir semboldür. Romalılar atları savaş tanrısı Mars ile özdeşleştirirler. Amerikan yerlileri için at gücü ifade eder. Bir kovboyun en sadık iki yardımcısı köpeği ve atıdır. Yunan mitolojisinde atın, denizler tanrısı Poseidon’un, diğer Olimpos tanrılarıyla giriştiği en güzel kara hayvanı yaratma yarışmasının sonucunda ortaya çıktığı söylenir. Kuzey Avrupa mitolojisinde Odin, gri ve sekiz bacaklı bir ata binerken bir çok kez tasvir edilmiştir. Pers kültüründe Sirius yıldızı beyaz bir at olarak sembolize edilir. Hint kültüründe Indra’nın Uchaishrava adındaki yedi başlı atı sıkça yer alır. Budist mitlerinde, Prens Siddhartha’nın Kanthaka adlı atıyla giriştiği maceralardan söz ederken hristiyan inancında, Yeni Ahit’te mahşerin dört atlısı yer alır. Hatta at Shakespeare’in III. Richard’ında temel bir sembol olarak yer alır. Oyunda kral, savaş alanında Richmond’la karşılaştığında çaresizlik içinde “Bir at! Bir ata krallığım!” diye haykırır. Yani at, içinde bulunduğu her toplumun bir parçası olmayı başarmış, kültürel olarak onun bir eklentisi haline gelmiştir.
Bütün bu örneklerden de anlaşılacağı gibi atın bu kültürlerdeki yeri, kimi zaman edebiyatta, kimi zaman resimde, heykelde, müzikte, tiyatroda veya buna benzer başka bir disiplinde olsa da hep sanatsal bir nitelik taşır. Yerleşik yaşam sonrası, göçebelik zamanlarının tersine, çok az bir kısmı kaybolarak geleceğe taşınan kültürün en önemli yapı taşı da zaten sanatın kendisidir. Fakat at figürü, Orta Asya kökenli toplumların kültüründe diğerlerine göre daha önemli bir yer tutar.
Anadolu kültürünü Batı’yla birleştiren ve Türkiye’de çağdaş sanatın gelişimindeki önemli öncülerden biri olan Süleyman Saim Tekcan, bu figürü uzun süredir eserlerinde kullanıyor. Onun “At Nağme” adı altında sürdürdüğü ve odak noktasında atın bulunduğu eserleri, yüksek baskı, yağlı boya, lavi, heykel gibi farklı disiplin ve tekniklerde olsalar da hep aynı kültürel birikimin sanatsal yorumları olarak ortaya çıkmışlardır. Yalnız bir sanatçı değil aynı zamanda bir akademisyen de olan Tekcan, bugüne dek yarattığı sayısız eserin yanı sıra, yeni eserler yaratacak sanatçı adaylarına da yol göstermiş, eğitmenlik yapmıştır. Onun üslubundaki esneklik, yeniliğe ve gelişime açıklık, yalnızca yaratan değil aynı zamanda aktaran, öğreten, sorgulatan kişiliğinin de bir yansıması niteliğindedir.
Dünya kültüründe böylesi köklü bir yere sahip olan at imgesi aslında, üzerinde halihazırda yazılıp çizilen şeylerin çokluğu ve çok yönlülüğünden dolayı bir sanatçı için işlenmesi oldukça zor bir konu. Ancak Tekcan, kendine has üslubunu yıllar içinde ustaca geliştirerek, var olanın bir başka örneğine dönüşmek yerine, omuzlarında yükseldiği kültürel birikime yeni bir tuğla daha eklemeyi, ona yeni bir soluk getirmeyi, yeni bir üslup kazandırmayı başarmıştır. Sanat yaşamını halen aktif şekilde sürdürmesinin en önemli nedenlerinden biri de şüphesiz özgün üslubuna dayanmaktadır. Yıllar boyu hem teoride hem de pratikte geliştirdiği tekniğiyle birleşen özgün üslubu, pozitif bilimleri, kültürel zenginliği, araştırma ve sorgulama geleneğini olduğu kadar gizemli olanı, mistisizmi, üst bilinci de kapsayan sanatsal yaratım sürecinin en önemli yanlarından birini oluşturmaktadır. Öyle ki, onun eserlerini hangi teknikle hangi disiplinde yaptığından bağımsız olarak bir görüşte tanıyabilirsiniz. Ve fakat her eseri başka bir dünyanın, başka bir gerçekliğin, içinde atın da olduğu başka bir düşüncenin eşiğidir aslında. Sanatçı kapıyı açıp izleyiciyi mütevazi bir biçimde içeri buyur eder ve izleyici o eşiği atlayıp esere daldığında, aslında binlerce yıllık bir kültür birikimine de bulaşmış olur. Süleyman Saim Tekcan’ın sanatı işlevini böylece yerine getirir ve izleyen iz-lenen olur, sanatın izini sürmeye, sanatın izini taşımaya başlar.
At Nağme / "Yağlıboya, Lavi, Desen" sergisi, sanatçının son dönem eserlerinden oluşan bir seçkiyle izleyenlerine insanlık tarihinin önemli sembollerinden biri olan atı, Süleyman Saim Tekcan’ın özgün üslubuyla sunuyor.
At Nağme, umudun ve düşlerin peşinde bir adamın Süleyman Saim Tekcan’ın noktalanmayan hikayesi.
إرسال تعليق